20.02.2024
20 Şubat, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu tarafından 26 Kasım 2007'de onaylanan bir kararla dünyada sosyal adaletin sağlanmasının önemine dikkat çekmek amacıyla Dünya Sosyal Adalet Günü olarak kabul edilmiştir. Bir farkındalık günü olarak 20 Şubat’ı ülkemizde var olan adaletsizlik, ayrımcılık, dışlanma, cinsiyet eşitsizliği, gelir dağılımındaki dengesizlik, eğitim ve sağlık hizmetlerine erişim güçlüğü ve her zaman kanayan bir yara olarak varlığını sürdüren yoksulluk bağlamında tekrar tekrar düşünmeli; çözüme yönelik adımların atılmasına teşvik ve katkı sağlamalıyız.
Sosyal adalet kavramı ile “ırk, inanç veya cinsiyete bakılmaksızın tüm insanların, özgürlük ve haysiyet, ekonomik güvenlik ve fırsat eşitliği koşullarında hem maddi refahlarını hem de manevi gelişimlerini sürdürme hakkına sahip olması” ifade edilmektedir.
Peki, ILO’nun “her insanın üretken ve onurlu bir hayat yaşayabilmesi için istihdam fırsatlarına ve yeterli bir yaşam standardına erişebilmesi ile ilgilidir” dediği sosyal adalet, Türkiye’de nasıl işliyor?
Sadece Türkiye’de değil, dünyanın her yerinde sosyal adaletin sağlanması konusunda çaba eksikliği sürüyor. Dolayısıyla gelir dağılımındaki eşitsizliğin kadınlar, gençler, çocuklar başta olmak üzere tüm yoksul ve emekçileri olumsuz etkilediği görülüyor. Neredeyse 9 milyon kişinin işsizlikle baş etmeye çalıştığı, her 5 kadından sadece 1’inin kayıtlı ve tam zamanlı istihdamda olduğu, hukuka adalete, sağlığa ve eğitime erişim konusunda giderek derinleşen bir adaletsizliğin ve eşitsizliğin hüküm sürdüğü Türkiye’de sosyal adaletin varlığından söz etmek pek mümkün görünmüyor.
Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) 2023 Gelir Dağılımı İstatistikleri, Türkiye’de en yüksek gelire sahip yüzde 20’lik grubun toplam gelirden aldığı payın yüzde 49,8’e yükseldiğini söylüyor. Yani ülkedeki en zengin yüzde 20’lik kesim toplam gelirin yarısını alıyor. Bu koşullarda sosyal ve adil bir bölüşümden ve eşitlikten nasıl söz edilebilir ki?
Yoksulluk ve adaletsizlik birbirinden ayrı düşünülemez; eşitsizliğin yoğun yaşandığı ülkelere baktığımızda adalet, demokrasi ve ekonominin de insana yakışır standartların altında olduğunu görüyor, yaşıyoruz. Gelir dağılımı dengesizliğini düzeltmeden ve sosyal devlet mekanizmalarını işleterek sosyal adaleti sağlamadan, demokrasiyi sürdürülebilir kılmak oldukça zordur. Bu nedenledir ki, bir ülkede yaşayan tüm insanların eşit koşullarda yaşamlarını sürdürebilmesi için çaba sarf etmesi gerekenlerin bunu yapmayıp; üstelik “kendilerine oy vermeyenlere hizmetin gitmeyeceğini” söyleyerek aba altından sopa göstermesi bu adaletsizliklerin en iyimser tahminle kısa vadede aşılamayacağını göstermekle birlikte, demokrasinin ve sosyal devlet anlayışının geldiği noktayı da işaret etmektedir.
Sosyal devletin görevleri; yoksulluğu ve açlığı azaltmak, kronik işsizliği ortadan kaldırmak, vatandaşa asgari eğitim ve sağlık hizmeti sağlamak, vergi önlemleriyle gelir dağılımını düzeltmektir. Ancak bugün içinde bulunduğumuz koşullarda devlet yönetiminin bu yönde bir çabası söz konusu değildir. Hal böyle olunca sosyal adalet için mücadele etmek ve işçi sınıfının ekonomik-demokratik-sosyal ve sınıfsal haklarını içeren güçlü bir demokrasi talebinde ısrar etmek yoksulların, asgari ücretle yaşamaya mahkûm edilen işçilerin sorumluluğu haline gelmektedir.