Yoksullukla Şiddet Arasına Sıkışmış Yaşamlarıyla Türkiye’de Kız Çocukları

11.10.2024

Yetişkin kadınların bile her gün can korkusu yaşadığı Türkiye’de kız çocuğu olmak, kız çocuğu olarak doğmak hiç kuşkusuz büyük bir varoluş mücadelesi demektir. Eşitsiz koşullara doğan; büyüdüğünde gülüşü, kıyafeti, sokağa çıktığı saati, sadakati, düşüncesi ve toplamda varlığı sorgulanıp cinayet gerekçesi yapılan; kız çocuğuyken de tecavüze, tacize, şiddete maruz kalan kadınların yaşam mücadelesi ülkemizde ilkel bir yapay seçilime dönüşmüş durumdadır: hayatta kalmak için insanüstü mücadele!

Kız çocuklarının desteklenmesi, güçlendirilmesi, kız çocuklarına karşı ayrımcılık ve şiddeti önlemek, onların insan haklarından tam ve etkili bir şekilde yararlanmaları için farkındalık günü ilan edilen 11 Ekim Dünya Kız Çocukları Günü’nde –maalesef- biz, kız çocuklarına ve kadınlara yönelik eşitsizlik, ayrımcılık ve şiddet kısır döngüsünü, kız çocukları ve kadınların yaşam hakkını konuşuyoruz. Kaldı ki, bu sorunların sadece farkındalık yaratmaya çalışarak çözülemeyecektir. Kalıplaşmış toplumsal cinsiyet rolleri ve ataerkil güç ilişkileri bağlamında yapısal dönüşüm politikalarını devreye almak gerekmektedir.

Sesi, soluğu, kanatları kesilen kız çocukları: Sıla Bebek, Narin, İlknur, Ayşegül…

Kadın cinayetleri ve şiddet vakalarında erkek failler, "iyi hal", "pişmanlık" ve "haksız tahrik" gibi bahane-gerekçelerle ceza indirimleri uygulanması, sözünü ettiğimiz yapısal dönüşümlerin ivedilikle yaşama geçirilmesinin hayati olduğunu vurguluyor. Türkiye’de şiddetin kız çocuklarına yansıma biçimi dehşet verici bir hal almış durumdadır. Tecavüz ve fiziksel şiddet nedeniyle 32 gün yoğun bakımda kaldıktan sonra yaşam savaşını kaybeden 2 yaşındaki Sıla bebek; ailesi tarafından en güvende olması gereken yer olan kendi evinde öldürülen 8 yaşındaki Narin Güran, vahşice katledilen Ayşenur Halil ve İkbal Uzuner, hiç sebep yokken bir anda ortadan kayboluveren Gülistan Doku, Rojin Kabaiş ve daha niceleri… Kız çocukları güvende değil!

Sonuçların Sebepleri

Toplumsal çürümenin hız kazandığı son yıllarda kadına ve çocuklara yönelik şiddetin artmış olması tesadüf değildir. Toplumdaki vasatlaşmanın iktidar tarafından desteklenmesi, ekonomik krizin yarattığı bunalım, kadınların hak mücadelesine yaklaşımdaki önyargıların giderek daha da belirginleşmesi, uyuşturucu kullanımının yaygınlaşmasına göz yuman sistemin amaçsız, ilgisiz, düşünemeyen ve biat eden bir gençlik istiyor ve bu doğrultuda adımlar atıyor olması...Bunlar yaşadığımız dehşet verici sonuçların sebeplerinden sadece birkaçı.

Kadınların ve kız çocuklarının sorunlarına ve şiddete dair bütünlüklü politikalar üretmekle yükümlü olan iktidarın, sokakları kadınlar için güvensiz ve tedirgin hale getirmeye çalışan güruhu koruması, bu sebeplerin çoğalmasını da tetikliyor. “Psikolojik sorunluydu”, “cinnet getirdi”, “satanistti” gibi bahanelerle failleri koruyan, erkek şiddetini örtmeye ve gerekçelendirmeye çalışan zihniyetin kadınları ve kız çocuklarını kamusal alandan uzaklaştırma çabası hız kesmeden sürüyor.

Şiddet her biçimiyle sürerken ne yapmalı?

Kuşkusuz, kız çocuklarının eğitime erişimi önündeki engellerin arttığı, çocuk yaşta evliliğin neredeyse olağan karşılandığı, yoksulluk, ev içi emek ve bakım yükü dolayısıyla okullaşmanın giderek düştüğü bir garabetin içinde hak mücadelesi her şeye rağmen sürüyor.

Ancak hem yapısal bir dönüşüm hem de mevcut politikaların değişmesi için mücadelenin yükselmesi de gerekiyor. Baba, koca, abi, sevgili ya da devlet fark etmeksizin şiddet her yerden gelirken kadınların eşit ve güvenceli koşullarda özgür bir şekilde yaşamasının önüne setler çekilirken; işte, evde, okulda her türlü eşitsizlikle mücadele eden kadınlar ve onları örnek alarak büyüyecek kız çocuklarının mücadelesi tüm toplumun ortak derdi olana kadar büyütülmeli, sorumlular sorumluluk alana kadar talepler, sesi kesilen bütün kız çocukları için çığlığa dönüşmelidir.